Bir ilkbahar daha yaşıyoruz. Yaşadığımızı anlamadan, çiçeklerin kokusunu içimize çekmeden uzak diyarlarda doğadan, çiçekten ve en önemlisi de topraktan azade olmuş bir şekilde bir mevsim yaşıyoruz.
Sahi ilkbahar nerelerdeydi
Yağmur sonrası yerden yavaşça süzülen toprağın buharı bizi niye terk etti? Bu terk ediş gelecekte hatıralarımıza karışıp ta bizi anılara gark etmek için miydi?
Eğer öyleyse bu anılar çok acı veriyor.
Maalesef ki ilkbahar bize el sallamıştı. Yılmaz Erdoğan’ın yasayabilme ihtimali şiirinden ilham alarak:
Yağmurlu havalarda okul dönüşü karşımıza Süphan Dağı’nın ihtişamlı görüntüsü ve midemi kazıyan açlıkla eve dönerken tandırda tüten taze ekmek kokusunu bir daha yaşamayacağım ihtimalinin vereceği hüznümü sevmiştim.
Kutu gibi evlerde bir daha ilkbahar sadece bir mevsim olarak mı kalmıştı. Kim yaşıyordu bu mevsimi çocuklar yaşıyor muydu yoksa onlarda yıllar sonra anılara sığınıp geçmişte baharlara mı avunacaklardı. Bizim zamanımızda bahar böyleydi neydi eski günler gibilerinden kuşaktan kuşağa geçen bir geleneğin uzantısına onlarda mı eşlik edecekti.
Bakıyorum da bu güzelim ay nisan yağmuru gibi akıp gidiyordu. Giderken de bir daha gelmemek üzere tandırdaki ekmeği alıp gidiyordu. Süphan Dağı’nın mağrur duruşunu alıp gidiyordu. Dahası ilkokulumu, ortaokulumu ve liseyi alarak uzaklardan bana nanik yaparcasına uzaklaşıyordu.
Sen giderdin de ben seni yaşamaz mıydım? Her baharda geçmişte ilkbaharı yaşayarak sana uzaklardan göz kırpmaz mıydım? Sözün bahar olduğu yerdeyiz. Kimimiz bu güzelim mevsimi yaşar kimilerinde geçmişteki baharlara göz kırparak yaşar.